John Steinbeck'in "Sabah kahvaltısı" adlı bu kısa hikâyesini, ilk kez Varlık Yayınları'nın 1968 yılında bastığı 143 sayfadan oluşan "Ak Bıldırcın" adlı küçük hikâye kitabında, Filiz Karabey ve Tahsin Yücel'in çevirisiyle okumuştum. Yıl sanırım 1971 ya da 1972'ydi. Çok basit ve sıradan sayılabilecek bu kısa hikâyeden nedense çok etkilenmiştim ve yıllarca da unutmadım. Bu kitap hala kitaplığımın en nadide köşelerinden birinde duruyor. Sanal ortamda bir kopyası bulunmadığı için bu kısa hikâyeyi ana metine bakarak aynen yazıp burada paylaşmayı düşünmüştüm. Sonra internet ortamında Memet Fuat'ın bir çevirisiyle karşılaştım. Onu biraz düzenleyerek aşağıdaki hale getirdim. Hep futbol konuşup okuyacak değiliz ya... Bu hikâyeyi bugün Facebook sayfamda paylaşmıştım; "Paylaşmak güzeldir!" diyerek sitemizde de paylaşmış olayım:

John Steinbeck - Sabah Kahvaltısı
Çeviri: Memet Fuat


Bir türlü tadına doyamıyorum bunun. Bilmem neden, hepsini inceden inceye gözümde canlandırabiliyorum. İkide bir aklıma geliyor. Durup dururken, hem de gittikçe daha iyi hatırlıyorum; hatırladıkça da garip, ılık bir şeyler oluyor içimde, tadına doyamıyorum.

Sabah çok erkendi. Doğudaki dağlar koyu maviydiler. Arkalarından onları ufka kıpkırmızı çizen güneşin ışıkları yükseliyordu.

Yükselip başımın üstüne doğru geldikçe soğuyan, bozlaşan, donuklaşan bu ışıklar, batıya yakın bir yerde geceye karışıyor, eriyip gidiyordu.

Soğuktu, pek bir acı vermiyordu ama ellerimi ovuşturup ceplerime sokmuş, kamburumu çıkarmış, ayaklarımı yere vuruyordum.

Vadinin içinde, benim bulunduğum yerde, toprak sabahın boz rengine boyanmıştı. Bir dağ yolu boyunca yürüyordum. İlerde, yolumun üstünde, topraktan biraz daha açık boz renkte bir çadır gördüm. Çadırın yanındaki eski, paslı bir saç sobanın çatlaklarından sızan alevlerin turuncu parıltıları görülüyor, sobanın dar, kısa borusundan fışkıran duman dağılıp yok olmadan önce, uzun bir zaman yükseliyordu.

Sobanın yanında genç bir kadın vardı; gerçek bir kadın... Solmuş pamuklu bir eteklikle, gene pamuklu bir gömlek giymişti.

Yaklaşınca, kıvrık koluyla tuttuğu, soğuktan korumak için de başını gömleğinin içine sokmuş olduğu bir bebeğe meme verdiğini gördüm. Ana ateşi karıştırıyor, daha çok hava gitmesi için sobanın paslı kapaklarını aralıyor, üstündeki deliğini açıyor, durmadan hareket ediyordu. Bu işler olurken bebek ha bire meme emmekteydi, ama anasının işine, hızlı, hafif, ahenkli hareketlerle çalışmasına engel olmuyordu. Kadının her halinden işini bildiği belliydi. Turuncu alevler sobanın çatlaklarından sızıyor, çadırın üstüne vurarak ışıl ışıl oynaşıyordu.

Artık yaklaşmıştım. Kızaran pastırma ile pişen ekmeğin kokularını duyuyordum; bildiğim kokuların en güzelleri... Doğuda gün ışığı hızla yükseliyordu. Sobaya yaklaşıp ellerimi uzattım; sıcağın vurmasıyla bütün vücudum ürperdi. O sırada çadır aralandı; önce genç bir adam, arkasından da yaşlı bir adam çıktı. Mavi çadır bezinden dikilmiş yeni elbiseler giymişlerdi. Ceketlerinde pirinç düğmeler parlıyordu. Yüzleri sert hatlıydı, birbirine benziyorlardı.

Gencinin siyah, gür bir sakalı vardı; yaşlının sakalına ak düşmüştü. Kafaları, yüzleri ıslaktı; saçlarında, sert sakallarında su damlaları duruyor, yanakları parlıyordu. Sessiz sessiz durup doğuda yükselen ışıklara baktılar; birlikte esnediler; dağları ufka çizen çizgi boyunca uzanan kırmızılığı seyrettiler.

Dönünce beni gördüler.

Yaşlı adam, "Merhaba," dedi. Yüzünde ne dostluk ne de düşmanlık görülmüyordu.

"Merhaba, efendim," dedim.

Genç adam da "Merhaba," dedi.

Yüzlerindeki su yavaş yavaş kurumaktaydı. Sobaya yaklaşıp ellerini ısıttılar.

Kadın işine devam ediyordu. Yüzü başka yana dönüktü ama gözlerini işinden ayırmıyordu. Önüne düşmesin diye bir iple bağladığı saçları arkasında sarkıyor, çalışırken iki yana sallanıyordu. Kocaman bir sandığın üstüne teneke maşrapalarla tabaklar yerleştirdi; bıçaklar, çatallar dizdi. Kızarmış pastırmayı bol yağın içinden kepçeyle alıp büyük bir teneke tabağa koydu. Pastırma kıvrılıp cızırdayarak büzüldü. Fırının paslı kapağını açıp kızarmış büyük dilimlerle dolu dört köşe bir tava çıkardı.

Sıcak hamurun kokusu yayılınca adamların ikisi de derin derin kokladılar. Genç adam yavaşça, "Tanrım," dedi.

Yaşlı adam bana dönüp sordu: "Kahvaltı ettin mi?"

"Hayır."

"Hadi, öyleyse bizimle birlikte ye."

Bu iyi haberdi. Sandığın yanına gidip yere çöktük. Genç adam sordu: "Pamuk mu topluyorsun?"

"Hayır."

"Biz on iki gündür çalışıyoruz."

Kadın sobanın yanından söze karıştı: "Yeni elbise bile aldılar."

Adamlar çadır bezinden yapılmış yeni işçi elbiselerine bakıp gülümsediler. Kadın pastırma tabağı ile ekmek dilimlerini, bir kâse et suyunu, bir tas kahveyi sandığın üstüne koyup kendi de bir uca çöktü. Bebeğin başı gömleğin altındaydı, hala meme emiyordu. Emerken çıkardığı sesleri işitiyordum.

Tabaklarımızı doldurduk, ekmeklerimizin üstüne salça sürdük, kahvelerimize şeker koyduk. Yaşlı adam ağzını iyice doldurdu; çiğnedi, çiğnedi, yuttu.

"Allah için güzel," dedi. Ağzını gene doldurdu.

Genç adam, "On iki gündür iyi yiyoruz," dedi.

Hepimiz hızla, çılgınca yedik. Tabaklarımızı tekrar doldurduk. İyice doyup ısınana kadar bu böylece sürdü.

Sıcak, acı kahve boğazımızı yaktı. Son damla kahveyi, telvesiyle birlikte, toprağa döküp maşrapalarımızı bir daha doldurduk.

Güneşin ışıkları kırmızımsı bir renge bürünmüştü; sanki havayı daha çok soğutmuş gibiydiler. Adamlar döndüler; yüzleri doğmak üzere olan güneşten gelen renklerle aydınlandı. Bir an yaşlı adamın gözlerinde dağın arkasında yükselen ışığın parıltılarını gördüm.

Sonra ikisi de maşrapalarındaki kahve telvelerini toprağa döküp ayağa kalktılar.

Yaşlı adam, "Gidelim artık," dedi.

Genci bana döndü: "Pamuk toplamak istersen, belki sana da bir iş bulabiliriz."

"Hayır. Gitmem gerek. Kahvaltı için teşekkürler," dedim.

Yaşlı adam, sen bilirsin gibilerden, elini salladı: "Pekâlâ. Tanıştığımıza memnun olduk."

Birlikte uzaklaştılar. Doğuda gökyüzü ışıktan alevlenmiş gibiydi. Ben de dağ yolunu tutarak uzaklaştım.

Hepsi bu kadar... Bu karşılaşmanın niçin hoşuma gittiğini büsbütün anlamıyor değilim.

Ama orada başka bir şey vardı; bana her hatırlayışımda o ılık tadı veren büyük güzellik dediğimiz şey...