Gösterilen sonuçlar: 1 ile 13 ve 13

Konu: Rafael Demircan

Hybrid View

  1. #1

    Rafael Demircan

    ‘Rıfat derlerdi ama ben Rafael’dim’
    12.05.2012 | agos.com.tr

    Gençlerbirliği’nin uğuru, camianın bildiği adıyla Rıfat veya Refai Demircan, bir Ankara Ermenisiydi. Asıl adı Rafael olan Demircan, uzun yıllar hizmet verdiği kulübü 1. Lige çıkınca “Bir Ermeni olarak göze fazla battığı için” yüreği buruk bir şekilde uzaklaşmak zorunda kaldı takımından. Kendini Avustralya’da buldu. Yine de Türkiye’yle yatıp Gençlerbirliği’yle kalkıyor.

    Gençlerbirliği’nin uğuru Ermeni Rıfat

    Ankara’nın köklü kulübü Gençlerbirliği’nin en sadık taraftarlarından biriydi. Babadan miras taraftarlığını, kulüp yöneticiliğiyle taçlandırdı. Endüstriyel futbolun burnu havada yönetici tipinden çok farklı bir profil çiziyordu. Futbolcunun her derdine koşan, onunla sevinen, onunla ağlayan, takım daha iyi beslensin diye işinin gücünün nafakasını hiç düşünmeden feda eden bir gönül bağı demekti yöneticilik onun için. Oyun profesyonelleştikçe, pasta büyüdükçe, siyasilerin ve para sahiplerinin iştahını kabarttıkça, onun gibiler de sahneden hızla çekildiler.

    Gençlerbirliği camiasının bildiği adıyla Rıfat veya Refai Demircan, bir Ankara Ermenisiydi. Asıl adı Rafael ya da kısaca Raffi olan Demircan, bugün Avustralya’nın Melbourne şehrinde yaşıyor. Uzun yıllar hizmet verdiği kulübü 1. Lige çıkma başarısını gösterdiği dönemde, “Bir Ermeni olarak göze fazla battığı için” yüreği buruk bir şekilde uzaklaşmak zorunda kalmıştı takımından. Çok sevdiği ve çok da sevildiği Gençlerbirliği hayatından çıkınca, Türkiye’de daha fazla barınamadı ve kendini okyanus ötesinde buldu. Bugün hâlâ özlem ve sevgiyle anıyor geçmiş günleri. Hem Türkiye’yi hem Gençlerbirliği’ni yakından takip ediyor, olumlu gelişmelerle seviniyor, kötü sonuçlara ve kötü olaylara üzülüyor. Yüreği her an, memleket hasretiyle atıyor.

    Rafael Raffi Rıfat Refai Demircan’ın, ailesinin 1915’te yaşadıklarıyla başladığımız hikâyesi, hem bir futbol tutkununun karşılıksız sevgisini, hem de Anadolu Ermenilerinin yaşadığı zorlukları anlatıyor. Macerasını, onun ağzından, anlattığı gibi naklediyoruz.

    ROBER KOPTAŞ
    rober.koptas@agos.com.tr

    1948 Ankara doğumluyum, doğma büyüme Keçiörenliyim. Ankara’nın sayfiyesi sayılan, ailemin yazlık olarak kullandığı Aktepe'de bağ evinde doğdum. Babam Tatyos, anam Sofig. Eski soyadlarını bilemiyoruz. Demircan bizim soyadımız değil, devletin kafasına göre koyduğu soyad. Biz esas Ankara Stanoz’luyuz ama ben Keçiören’de büyüdüm. Yaklaşık 300-400 yıllık bir mazisi var Stanoz’un. Kilikya'dan göçürülmüşüz. 5000 kişinin yaşadığı, üç okulu, üç kilisesi olan, iki dil öğretilen bir okul. Anneannem Sara bilhassa yabancı dilde iyiydi. Onların sülale adı Köseyan’dı.

    1915’te dedem iğneyle öldürülmüş

    Adını aldığım Rafael dedem 1914’te askere alınmış. Geri geldiği gün sapsarıymış ve ertesi gün ölmüş. Tek bir laf edebilmiş: “Bir şeyim yoktu, bana ‘hadi askerliğin bitti’ deyip bir iğne yaptılar.”

    1915'e dair çok hikâye var ailede. Onlarla büyüdük. 63 yaşındayım. Hiç aklımdan çıkmadı. Bilhassa babaannem anlatırdı. Babam biraz korkardı, bir şey görmedim derdi, ama hayal meyal babasının geldiğini hatırlıyordu.

    Babaannem, “Zir çayı günlerce kan aktı” derdi. Anneannemin babası, amcası ve amcasının çocukları, askere alınma çağı olan 25-45'in dışındakilerin hepsi öldürülmüş. Bir amcamız vardı, ömür boyu korktu. Hiç konuşmamıştı, Avustralya’ya beni ziyarete gelince anlattı neden korktuğunu. 7 yaşındaymış, kafasını jandarmalar Zir çayına sokuyormuş. Çıkarınca bir daha, “Sok kafanı lan!” diye bir daha… Bu işkencenin etkisini unutmamıştı hiç.

    Benim anneannem ve babaannem ısrarla anlatıyorlardı. Kadınlar anlatıyor, erkekler susuyordu genelde.

    Bu işi yapan meşhur Dönme Bayraktar Hasan imiş. O organize etmiş. Ermeni’den dönmeymiş ama köyde erkek bırakmamış. Ama sonra bir türlü can verememiş. Can çekişmiş günlerce. Bas bas bağırıyormuş, “Ermeniler, Ermeniler!” diye. Ölmek istiyormuş ama bir türlü ölememiş.

    Babam siyasetçilerin terzisiydi

    Babam çaycı çıraklığı yapmış, okul görmeden, Ankara’nın meşhur Saadettin Fırını'nda çalışmaya başlamış. Süper akıllı bir çocukmuş. 80 yaşında Avustralya’da öldü 7-8 sene evvel. Terzilik öğrenmişler, çok çalışmışlar. Ortağı eniştesiydi. Ben çocukken kırmızı plakalı arabaların kapıya gelip, provaya gittiklerini anımsıyorum. Celal Bayar zamanında Köşk’e terzilik etti, Cevdet Sunay zamanına kadar devam etti. Çok çalışkandı, gece gündüz çalışırdı.

    Okulun ilk günü dayak yedim

    İlkokul zamanı Keçiören'de geçti. Keçiören Çizmeci ilkokuluna yazdılar beni. Eski bir Ermeni eviydi. Beş katlı, bahçe içinde, her tarafı oymalarla süslü bir binaydı.

    Birinci gün, birinci derste, okula isyan ettim. Sırayla sayıyor öğretmen, Nermin Hoca, 282 Erol, kalk oğlum diyor, baban kim, ne iş yapar? Selahattin, Şekerspor'un başkanı. Arkasından, 283 Ra-Ra-Ra-fael Demircan, kalktık ayağa. Bu ne ismi? Ermeniyim. Nereden geldiniz? Nereden geldik bilmiyorum, çocuğum, cahilim. Ondan sonra, sağdan, soldan, babanın adı ne? Tatyos. Çocuklar, arkadaşlar, “Rafa! Rafa! Tatyos!” diye alay ediyor. Birinci dersin sonunda dışarı çıktım. Kavga, dövüş, üstümdeki önlük, boynumdaki yaka yırtık, eve döndüm. Anam biraz Osmanlıydı. Paltosunu giydiği gibi doğru müdür Salim Erdem'e.

    Annem müdüre geldi, nasıl bağırıyor, asla unutamam. Müdür iki metre boyunda ama dünya iyisi bir adam. Nermin Hoca'yı çağırdı. Sen ne yapıyorsun dedi, suç işlediğini biliyor musun? Neyse oğlum, hadi git dersine falan... İkinci ders geçti, üçüncü ders öğretmen bana, oğlum ben sana bir şey yapmadım ki dedi ve ben o öğretmenle ilkokulu bitirdim. Ama adım Rafa, Rafi, Rafı, artık kim ne uydurursa öyle gitti.

    Babaannem tren sesi duyunca ağlardı

    Hacıdoğan mahallesinde otururken, olduğu gibi Ermeniydi orası. Babaannem çekirdek çitlerdi, ben kucağında otururken ağlardı durup dururken, hiç unutamam onları. Bizim Hacıdoğan, tren istasyonuna yakın olduğu için, tren düdüğü duyduğu zaman ağlamaya başlardı. Vah garipler gidiyor, vah garipler gidiyor diye.

    Ortaokul ikide derslerim zayıftı ve okulu bıraktım. İbrahim Gobi diye 2 sömestr tayin olan bir hoca vardı. Adımı öğrendikten sonra okulu bırakana kadar enseme çöker, “Dürzü!” diye yüzümü sıraya sürterdi. Ben de okulu bıraktım. Bütün tahsilim bu. Gınkahayrımın (Vaftiz babamın) yanına çırak girdim. Dedi, senin ismin pazarda böyle söylenmez, sana Rıfat diyelim, ismim öyle kaldı. Gımes’di adı, Kımız Bey derlerdi ona da. Babası Ankara’nın meşhur ciğercilerindendi.

    Ulus'ta çalışıyorduk. Başıma bir olay geldi, onu unutamam. Bizim adımız Rıfat, yanımızda komşumuz var, Ahmet Ağabey, iyi adam. Bulgar göçmeni bir pehlivan. Çalışıyoruz, altı-yedi ay sonra Ramazan geldi. Benim patron Ermeni, haliyle oruç tutmuyor. Öbürleri dükkanı kapayıp, bir lostra salonunda oruç açıyorlardı. Ben çocuğum, yanlarına gittim, gel bir lokma ye dediler. Ahmet Ağabey, “Ya ne o öyle, oruç tutmazlar bir şey yapmazlar. Herkesin dükkanı kapalı, gavuroğlu parayı götürüyor!” dedi. O benim patrona gavuroğlu deyince, ben de ona Bulgar tohumu dedim. Muhacirdi. Sandalyeyi aldığı gibi kafama attı, tabii ben kaçtım. Derken patırtı, kütürtü, birden elli kişi oldu orada. Ben dükkânı kapadım kaçtım. Ermeni diye bağırılmaya başlandı, basbayağı üstüme çullandılar. Daha çocuğum halbuki! Bir üsteğmen kurtardı beni kalabalığın elinden. “Bende Ermenilerin çok emeği vardır” dedi. Yani böyle bir dünya, elli kişi seni linç etmeye çalışıyor, biri seni kurtarıyor.

    Ankara’nın en iyi mağazasında çalıştım

    Ben orada tezgahtarlığı çok iyi öğrendim, çok da sevdim. Yanda bir hacı ve oğlu Faruk vardı, parfümeri dükkanı açmaya karar verdiler. Ustamdan izin alarak, bayağı da para vererek, Anafartalar Çarşısı’nın altında, Yasemin Plak ve Parfümeri Salonu diye bir yer açtık. Bir sene orada çalıştım. Bu arada, ben toptan mal aldığım zaman, Kızılay’da meşhur Melek Parfümeri vardı, onun sahibi de Ermeni, benim yanıma gel dedi. 18 yaşlarındayım o zaman. Ankara’nın en iyi mağazasının, en iyi tezgâhtarı oldum bir anda. Pakrat Ağabey’in yerinde.

    Ne müşterilerim vardı

    Müşterilerim arasında, o zamanın en meşhur insanları, İsmet İnönü’nün eşi dahil, bana gelirlerdi. Hatta bir gün, yeni tırnak çakısı takımı gelmişti, çanta içinde, onu tavsiye ettim. Sen dedi, tavsiye edersin de ben almaz mıyım Mevhibe Hanım. Böyle müşterilerim vardı.

    Orada 20 yaşına kadar çalıştım. Bana Rıfat diyorlardı ama, benle üç kere konuşan adama dördüncüsünde mutlaka Ermeni olduğu söylüyordum. Ermeni olduğumu söylemem icap eder sanıyordum. Ortaokul zamanında, Keçiören’de zaten bayağı arkadaşım oldu, babamın durumu çok iyiydi. Keçiören Spor Kulübü’nün fahri başkanıydı her zaman, eli cebinden çıkmıyordu, Tatyos Ağabey diyene gece uyanıp para verirdi. Maçta çocuklara prim dağıtırdı. Babam kendini çok sevdiren, çok canayakın, herkes tarafından sevilen bir adam. Ben de onun çocuğuyum. Benim etrafımda bir dolu insan oldu. Beni seven arkadaşlarım oldu ve beni koruyan. Bunlar Kürt çocuklarıydı, neden beni koruduklarını çözemedim o zamanlar. 22 senedir Avusturalya’dayım ve bu tip şeyleri yeni yeni anlıyorum.

    Ermeniler konuşmazdı. Yaptıkları işlerden dolayı susarlardı… Çoğu terziydi, hepsi zanaatkardı zaten, iyi müşterileri vardı, kimseyle dalaşmazlardı. Kasıtlı bir şey olsa bile sineye çekerlerdi. Kaç kere babamı sıkıştıranlar oldu, kabadayı adamlar, haraç kesmeye geldiler. Benim burnum kırıktır şimdi. Böyle değildi. Kavga dövüş ederdim hep.

    Gençlerbirliği hayatıma bir girdi pir girdi

    Gençlerbirliği var Ankara’da, babam da hastası, hem nasıl hastası. Ben zaten girdiğimden beri üye kayıt kurulundaydım. Yönetime girmezdim, ismimi kimse görmesin diye, R. Demircan diye geçerdi kayıtlarda adım. Birinci yedek üye, üye kayıt kurulu başkanı oldum devamlı. Uzun seneler öyle gitti. Çok sevdiğim Rafet Genç vardı. Milliyet Gazetesi köşe yazarıydı, siyaset yazarı, Parlamento Gazetecileri Derneği başkanı, zorla soktu beni yönetime. Dedim, “Ağabey benim adım görünmesin.” “Oğlum” dedi, “Kaç sene geride kaldın, bırak bu sefer adın görünsün, artık kaçma!” dedi. Rıfat, Rıfat gidiyoruz, resmi adımızı görünce laf gelmesin dedim. Bir şey olmaz dedi, ilk defa o zaman yönetime girdim.

    Bu işi sırtlananlar Ankara’nın esnafıydı. Hepsi gönül vermişti takıma. Tavukçu Hüseyin vardı, ayakkabısını Demirspor’un antrenörüne atmış, tek ayakkabıyla geldi eve. Ben 15 yaşımda artık kendim gitmeye başladım maçlara. Ankara bölge müdüründen davetiye almaya başladım. Ondan iki davetiye alır, maça giderdim.

    Ankara Ermenileri Gençler’i tutardı

    Benim Gençlerbirliği taraftarlığım babamdan gelir. Babam üye değildi ama taraftardı, beni maçlara götürürdü, ama üye olan Ermeniler vardı. 19 Mayıs Stadı o zamanlar da vardı. Oraya giderdik. Maçtan sonra soyunma odasına giderdik. Sağbek Zeki vardı, Ermeni. Ankaralı. Kalas Zeki derlerdi, kardeşi var, Avukat Orhan. Ankaralı Ermenilerin Gençlerbirliği’ne karşı bir sevgisi vardı. Sonra orada Diran diye bir Ermeni ağabeyimiz de oynadı, çok severdim.

    Ben askerden geldikten sonra hemen evlendim. Askerde çok eziyet çektim. Dayaklar yedim, çenem kırıldı, kötü muamele gördüm ama iyi insanlar da vardı. Onlar sayesinde bitirebildim askerliğimi. Tuhafiye dükkânı açtım. Tam Cebeci Stadı’nın tahta köprünün çıkış yeri. Maçlara gidiyorum, bir gün kazandılar, işim de fena değil, çıkardım prim dağıttım. Ama yönetici falan değilim. Üye de değilim, taraftarım. Son bir maç oldu orada, birkaç futbolcu formayı fırlatıp, “Bizden bu kadar” dediler, içime işledi. O kümede kalma maçıydı, güç bela kümede kaldılar. Sanırım 71 senesiydi. Ondan sonra ben Gençlerbirliği’ne bulaştım, primler falan vermeye başladım, çocuklarla samimi olmaya başladım. Senin ayağın uğurlu geliyor, deplasmana gel filan derken, 80’e kadar Gençlerbirliği’nin deplasmanını, maçını kaçırmayan adam oldum. İkinci ligdeydik daha. Küme düşmemek için senelerce direndik.

    Üç beş deli takımı sırtladık

    İnsanlar bize, üç beş deli bu takımı sırtlamış götürüyor derlerdi. Ankara’nın parlamenterleri, bize moral destek oluyorlardı. Biz beş on arkadaş, beş on kişi dışardan, Hasan Ağabey’imiz vardı, hayatını orada geçirdi. O başımızda, her sene başkan seçeriz. Esnaf, sanayide kaportacı çoğu. Ekrem Üstündağ var, bunlar kahraman çocuklar. Böyle bir fedai grubu ve hiçbirinin de işi düzgün değil. Paralı adamlar falan değiller. Başkanlığı hep Hasan Şengel yaptı. Biz 7-8 sene bu işi böyle götürdük. O çocuklar da benim gibi, küçüklükten Gençlerbirliği taraftarı. Sonra tabii sağdan soldan büyüklerimiz, yol da gösteriyorlar. İlhan Cavcav’ın bir ara talip olduğunu hissettik, geldi, hatta Hasan Ağabey uğraşıyordu onu başkan yapabilmek için. İlhan Cavcav geldi, 78 falandı, 3-4 ay yaptı başkanlığı, sonra yapmayacağım dedi. Ben fabrikasına gittim, bir arkadaşım vardı Alanyalı, Fatih Sipahioğlu diye, onunla ricacı olduk, öyle döndü başkanlığa… Bilmem hatırlar mı şimdi.

    O üç aylık başkanlık döneminde Gençlerbirliği çok iyiydi. Sonra da, sağdan soldan muhalefet ettirmeyerek, çok kuvvetli bir yönetim kuruluyla geldi İlhan Cavcav. Meşhur petrolcü Osman, Milli Birlik üyesi Rıfat Solmazer, Ankara’nın çok önemli esnafları…

    Takım küme düşünce Alanya’ya intihar etmeye gittim

    İlhan Cavcav’ın geldiği ilk sene, takım üçüncü ligden mahalli kümeye düşmüştü. Ben Alanya’ya intihar etmeye gittim. Çıldırdık... Kulağımıza geliyor ki düşme kalkacak, Federasyon şöyle yapıyor, böyle yapıyor. Ben her gün Ankara’yı arıyorum, bir haber var mı diye. Sonra haber geldi, düşme kaldırıldı, ikiyle üç birleştirildi, biz bir anda, mahalli kümeye düşmüşken, kendimizi ikinci ligde bulduk. Ankara’nın en iyi topçularını aldık, Toğman Yamanlar’ı antrenör yaptı, o sene basbayağı kafaya oynadık. Ben de böylece intihardan döndüm yani.

    Aslında ömür boyu küme düşmemeye oynadık. O son maçlarda millete yalvar yakar geçerdi; hiç maç satın alamadık, hatır şikesi kovaladık, bize çok maç bırakan oldu. İlhan Ağabey yıllar sonra bunu söyledi, “Maç satmadım ama, maç satan topçum oldu” dedi. Kırıkkale maçında kalecimiz bir sattı, zaten çıkarana kadar maç 3-0 oldu. O sene 3. bitirdik. Ondan sonraki sene Kadri Aytaç’ı antrenör yaptık.

    Kadri Aytaç özür diledi

    İlhan Cavcav, Bahçelievler’de bir lojman yaptı, yatakhaneler falan. Bir akşam çocuklar yemeği yedi, Cemalettin Kaptan ve Galatasaray’lı Ümit yemeğe çıktılar, ben, Kadri Hoca ve Ekrem Üstündağ oturuyoruz. Televizyonda bir askeri ateşe öldürüldü diye haber var, bir Ermeni tarafından! Kadri Hoca bir fırladı, bilmem ne yaptığımın Ermenisi diye! Bir tane Ermeni bulsam keserim falan. Ben uzun Maltepe içiyordum, dışarı çıktım. Daha sezon başı, daha takımı yeni kampa topladık, ben dışarı çıktım. Sonra Kadri Hoca yanaştı, “Benim hayatımı bir Ermeni kurtardı, ben köprü altlarında hırsızlık yapardım, beni aldı Beyoğluspor’a götürdü, kusura bakma” dedi. “Yahu Hocam” dedim, “ben sana kızmıyorum, ben bu işlere kızıyorum, seni Ermeni kurtarmış da beni kim kurtaracak!” dedim.

    Kadri Hoca, sen uğurlu geliyorsun diye, bir daha beni otobüsten indirmedi. O kötü lafı eden kendisiydi ama ben dışarı çıkınca, Ekrem “Rafet de Ermeni” demiş; adam hemen dışarı çıktı, yüzde yüz bir dönüş yaptı, gönlümü aldı.

    İşim gücüm Allah’a emanetti

    Bir perakendem var, tezgâhtarlarım benden zengin. Bir de çorap çamaşır bayiliğim var. Ondan sonraki sezon da iflas ettik. Ben maç peşinde koşarken, çalışanlar ceplerini dolduruyor. Hatta bir kere, televizyon almaya gitmiştim, yeni çıkmıştı daha renksiz televizyonlar. Televizyoncu bana, “Senin elemanlar iki ay önce aldı televizyonu“ dedi. Ben de dedim helal olsun. Baba malımız vardı, onlara güveniyoruz, satarız kurutluruz diye. Bu Gençlerbirliği bende öyle bir hastalık ki, insanın gözü para görmüyor.

    Öyle anlar geliyordu ki, kendimi Ankara’nın en tanınmış adamı sanıyordum. Gittiğim yerde itibar görüyordum, seviliyordum. Ben amatör şubeler ve altyapı sorumlusu diye geçerdim. Çocuğunu alan bana geliyordu, ağabey şu çocuğa bir bak diye. İki üç kereden sonra, “Oğlum bana fazla yanaşmayın ben Ermeniyim” derdim. Bunların içinde çok sevenler oldu beni, çok samimi olduğum insanlar oldu. Biz Ankaralıyız, beraber erik çaldığımız adam Emniyet Müdürü oldu.

    Laf atanları anlamazlıktan gelirdim

    Ermeni olduğum için çok bir şey yaşamadım, ama ortam biraz gerilse bazı laflar çarparlardı bana. Gerçi ben anlamazlıktan gelirdim. Denizaltı diye bir yer vardı, bize bağlı sayılırdı, bürokratların filan gelip zaman geçirdiği bir yerdi. Gençlerbirliği’nin hiç parası yoktu. Denizaltı’na gittim, “Abiler dedim, bir deplasman parası çıkarın.” Hiçbir şey çıkmadı, kimse elini cebine atmadı. Ertesi gün, ben oraya gidip kapıya “Burası kapanmıştır” diye yazı yazıp altına imzamı attım. Futbolculara nazari dershane yapacağız dedik, öyle de yaptık. O zaman biraz kızdılar bana. Ermeni’yim diye laf edenler oldu, ama pişkindim ben, işi kalenderliğe vurup duymazdan geliyordum.

    1. lige çıkınca Ermeniliğim göze battı

    Gençlerbirliği 2. Ligde şampiyon olup 1. Lige çıkınca benim Ermeniliğim göze batmaya başladı. Fazla öne çıkmayayım dedim. Yüzler gerildi bana karşı. Hatta bir Galatasaray maçında iyi de bir küfür yedim. Futbolcuların yanında, kulübede otururdum ben, o kadar sevilirdim. “Bu Ermeni hep böyle takımın başında mı çıkacak!” diye kulağımın dibinde söylediler. Ondan sonra çekildim ben. Maçlara gidiyordum ama işim de bozuldu. 1985’te iyice soğudum. Soğuduğum maç; Eskişehir’le kupa finali oynayacaktık. İlhan abi, “Seni kulübün önünde alırım, maça beraber gideriz” dedi, beni uğurlu sayardı çünkü. Stad otelinde kamp yapardı takım. Her maçta, oğlumu alır, onun arabasıyla maça gider, bir simit yerdik amatör kümede. O Eskişehir maçında, kulüpte bekliyordum, araba geldi, baktım önde başka biri oturuyor, araba dolu. Sen başka arabayla gelirsin dedi, hissettim, o şampiyonluk maçına gitmedim. Ankara’da 5-0 yenmiştik, Eskişehir’de 2-1 yenildik galiba ve kupayı aldık, ben de ondan sonra maça gitmedim.

    Tanıl Bora sağolsun, Gençlerbirliği kitabında benden üç yerde bahsediyor, üçü de yüzde yüz doğru. Bize üç deli derlerdi. Turgut Sincan, Zeki, ben… Federasyon’dan düşme kararını beklerken, saatlerce ağladık. Öyle bir hale gelmiştik ki geldiğimiz arabayı kaybettik, yürüyerek döndük.

    85’teki kupadan sonra koptum. Dışlandığımı hissettim, idare heyeti çok büyüdü, biz küçüldük, kendimizi dışarda bulduk. Gitmedim bir daha… Sonra da kendimizi Avustralya’da bulduk, 1988’de buraya geldim.

    Buraya gelmeme bir ay kala beni sevenler beni Cavcav’a götürdüler. Cavcav bana çocuklara bir şey alırsın diyerek para verdi. Helalleştik… Buraya geldikten sonra, 1993’te eşim ölünce beni aradı, geri döneyim diye biletimi gönderdi. Bak sana söylüyorum, Cavcav ölüyorum diyene bir bardak su vermez ama bana yaptı bunu.


    HRANT DİNK İÇİN CUMHURBAŞKANI SEZER’E MEKTUP YAZDI

    Rafael Demirci, 2006 yılında, Hrant Dink devlet, yargı ve medya tarafından Türklüğü aşağıladığı ithamıyla kıskaca alındığında, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bir mektup yazmış ve “Hrant Dink’i düşman ilan edenler, Türkiye’nin düşmanlarıdır. Türkiye’ye asırlardır zarar verenlerdir” demişti. Hrant Dink, Demircan’ın mektubunu Agos’taki köşesinde yayınlamış ve Demircan’a “İyi ki varsın” sözleriyle teşekkür ettmişti.



    İyi ki varsınız

    HRANT DİNK

    4 Ağustos 2006

    Hepinizin başına gelmiştir. Bazen tüm sıkıntılar üst üste gelir.

    Kendinizi çapraz ateş altında hissedersiniz.

    Sağda bir dostunuz ölür, solda bir sevdiğiniz hastalanır, bu tarafta siyaseten Devlet’ten kalleş bir darbe yersiniz, diğer tarafta içinizden birinin, bir yakınınızın fiskesiyle parelenirsiniz.

    Kendinizi bir köşeye sıkışmış hissedersiniz. “Yetti gayrı” diye haykırasınız gelir. Derken girdiğiniz o sıkıntı dehlizine bir el uzanır, alır sizi tekrar sabahın şafağına çıkarır ve kulağınıza şöyle fısıldar: “Haydi, devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

    ***

    Son haftalar benim açımdan hep böyle geçiyor. Birgün Reha Mağden ölüyor, diğer gün Duygu Asena. Bir gün Ali Bayramoğlu hastalanıyor diğer gün Mehmet Uzun. Bir gün Devlet’in Yargıtay’ı işlemediğim bir suçla beni altı aya mahkum ediyor, diğer gün kendi toplumum içinden sayısı az da olsa insanlar çıkabiliyor ve “Oh olsun, aldığın ceza az bile” diyebiliyor.

    Bir dehlize sıkışmak işte tam da bu.

    Derken eller uzanıyor size yakından ve uzaklardan.

    Tanıdığınız ya da tanımadığınız.

    Sağolsunlar, imzalar topluyor, bildiriler yayınlıyorlar. Olmayan suçunuza iştirak ediyorlar ve alıp mücadelenin ortasına çıkarıyorlar aynı dirençle.

    “Haydi devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

    ***

    Elini uzatanlardan biri de Avustralya’nın Melbourne’undan bizim Raffi. Dayanamamış Cumhurbaşkanı Sezer’e bir mektup yazmış. Bir örneğini bana da göndermiş. Tam metni şöyle:

    “Sayın Cumhurbaşkanım

    Mektubuma başlarken sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper sağlığınız ve başarılarınız için dua ederim.

    Sayın Cumhurbaşkanım, ben 40 yaşına kadar Türkiye’de yaşamış, 18 senedir Avustralya’da yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni kökenli vatandaşıyım. Babam, rahmetli Celal Bayar, rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Cemal Gürsel, rahmetli Cevdet Sunay gibi büyüklerimizin terziliğini yapmış, 13 sene evvel buraya gelmiş. Geldikten 3 sene sonra Türkiye’yi sayıklayarak gözü arkada vefat etmiştir. Sayın Cumhurbaşkanım, ben Türkçe’den başka dil bilmem. Türkiye’den gelen gazeteleri okuyarak, haberleri dinleyerek, tek başına, Türkiye’yi sayıklayarak yaşayan bir insanım.

    Bu arada Türk-Ermeni ilişkilerinde arada kalan, bu yüzden Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan’ı buraya davet edenlerdenim.

    Hrant Dink’in 2003 ve 2005 yıllarında Sydney ve Melbourne’da yaptığı konuşmaları iyi dinleyen, iyi anlayan biriyim. Mahkum olduğu zehirli kan lafını Türkler’e değil Ermeniler’e söylemiştir. Üstüne basa basa “Türkler’le uğraşmayı bırakın, enerjinizi Ermenistan’daki fakir insanlar için harcayın” demiştir. Bu yüzden birçok Diaspora Ermeni’sinin tepkisini çekmiştir. Ama işin güzel tarafı burada yetişen yüzlerce Ermeni gencine, aklı başında insanlara fikrini kabul ettirmiştir.

    Ve Sayın Cumhurbaşkanım, Hrant Dink Türkiye’nin, Ermenistan’ın insanların yanyana iyi yaşamasını isteyen, bu yolda çalışan, didinen bir aydındır. Hrant Dink’i düşman ilan edenler, Türkiye’nin düşmanlarıdır. Türkiye’ye asırlardır zarar verenlerdir.

    Sayın Cumhurbaşkanım, sizin vakur, mütevazi, dürüst, örnek bir insan olduğunuzu bildiğim için affınıza sığınarak bu mektubu yazdım. Bütün dileğimiz, umudumuz, Hrant Dink’in sizin gönlünüzde, vicdanınızda beraat etmesidir.

    Sayın Cumhurbaşkanım tekrar sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper, sağlığınız, başarılarınız için dua ederim.”

    Rafael Demirci.

    ***

    Hepinizin başına gelmiştir. Bazen tüm sıkıntılar üst üste gelir.

    Kendinizi çapraz ateş altında hissedersiniz.

    Sağda bir dostunuz ölür, solda bir sevdiğiniz hastalanır, bu tarafta siyaseten Devlet’ten kalleş bir darbe yersiniz, diğer tarafta içinizden birinin, bir yakınınızın fiskesiyle parelenirsiniz.

    Kendinizi bir köşeye sıkışmış hissedersiniz. “Yetti gayrı” diye haykırasınız gelir.

    Derken girdiğiniz o sıkıntı dehlizine bir el uzanır, alır sizi tekrar sabahın şafağına çıkarır ve kulağınıza şöyle fısıldar:

    “Haydi, devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

    ***

    Sağolun dostlar. Sağol Raffi.

    İyi ki varsınız.

    http://www.agos.com.tr/tr/yazi/1378/...-ben-rafaeldim

  2. #2
    GENÇLERBİRLİĞİ’Nİ AYAKTA TUTANLARDAN BİRİ: RIFAT RAFAEL DEMİRCAN
    19.05.2012 | mehmetalicetinkaya.com

    Geçen cumartesi günü evde kod yazarken telefonum çaldı. Ural heyecanlı bir şekilde, Rıfat Demircan’ı ya da Rafael Demircan’ı tanıyıp tanımadığımı soruyordu. Biraz da kod yazmanın verdiği afallama ile bir süre düşündükten sonra tanımadığımı söyledim. Bunun üzerine, Rıfat Demircan’ın 1948’li Ankaralı bir Ermeni olduğunu, babası ile birlikte sıkı birer Gençlerbirlikli olduklarını, özellikle Kırmızı-Siyahlıların parasız, sahipsiz geçen çöküş yıllarında (1970-82) ellerinden geldiğince takımı sırtlamaya çalışanlardan biri olduğunu, seksenlerin ortasında “çeşitli” nedenlerle ülkeyi terk edip Avustralya’ya yerleştiğini ve şu anda orada yaşadığını anlattı. Röportajı ve Rıfat Demircan’ın kim olduğunu merak etmiştim. Ural, gazeteyi saklayacağını ve bu röportajı bir şekilde nete koyup, paylaşırsak çok sevineceğini söyledi. Ben de ocr’dan geçiririz diye düşünmüştüm.

    Salı günü Erdem röportajın linkini gönderdi. Yazıyı büyük bir ilgi, hüzün, şaşkınlık ve mutlulukla okudum. Gerçek adı olan Rafael’i kullanamayan, bu yüzden birçok ismi olan (Ermeni Rıfat, Rıfat, Refai, Rafi, Rafael) Rafael Demircan’ın çocukluk anıları, binlerce kilometre uzağa zorunlu gidişi ve orada duyduğu vatan hasreti ile hüzünlendim. Gençlerbirliği ile ilgili anlattığı ve hiç bilmediğimiz, hiç duymadığımız satır arası bilgileri ile şaşırdım. Gençlerbirliği sevgisi ve en kötü döneminde kulüp için yaptıkları ile mutlu olup, gurur duydum.

    Röportajın yayılmasını da sağlamak için macanilari.com’da yer alan, 1979-80 sezonunun son haftasında Ankara’da oynadığımız ve amatör kümeye düşmekten son anda kurtulduğumuz Gençlerbirliği 1-2 Çorumspor (http://www.macanilari.com/getir.php?...928&aid=100155) maçına ekledim. Ardından da röportajda bahsi geçen diğer maçlara alıntılar yaptım.

    Perşembe günü röportajı yapan Agos’tan Rober Koptaş’a ulaşarak “yaşından ötürü muhtemelen yoktur ama” diye içimden geçirerek Rafael Demircan’a ulaşabileceğim bir mail adresinin olup olmadığını sordum. O da göndermiş.

    Dün sabah kelimeleri seçmeye özen göstererek ve biraz da kasılarak bir mail hazırladım. Merhaba Rafael amca diye başladığım mailde, röportajı okurken hissettiklerimi anlatıp, “Gençlerbirliği’nin tarihini araştıran Tanıl abi (Bora) veya benim gibi Gençlerbirlikliler, 1970-1982 arasında geçen ‘çok çok kötü’ dönemde takımın ayakta kalması için hayatlarını ortaya koyan sizin gibi birkaç Gençlerbirlikliyi sürekli karşılarında buluyorlar. Bizler bugün Gençlerbirliği’ni biliyorsak ve seviyorsak bunun en büyük sebebi sizin gibi bu işe gönüllerini ve hayatlarını koymuş insanlardır. Bu yüzden rahmetli babanıza ve size ne kadar teşekkür etsem/etsek azdır…” diye yazdım.

    Yaklaşık 2 saat sonra Rafael amcadan cevap geldi. Şaşırdım ve heyecanlandım. Mail;

    “Canim kardesim Mehmet Ali

    gonderdigin mektup u okudum cok duygulandim guzel sozlerin icin tesekkur ederim sagol varol ben bu makinayi kullanmayi pek beceremiyorum nokta virgul yok beni idare et bu yastan sonra bu memlekette buna da sukur diyorum bende ingilizcede yok ama yasamaya calisiyoruz” diye başlıyordu.

    Ardından da röportajını eklediğim Çorumspor maçımızın linkine tıkladığında yaşadıklarını yazıp aklına gelen anısını paylaşıyordu;

    “Canim kardesim mail in altindaki link i tikladim karsima G Birligi 1 CR spor 2 yazdi tuylerim diken diken oldu ben o gun takimin basindaydim Fehmi bastuzel hocamizdi takimi asagi yukari sayarim o haftanin basinda bazi futbolcularimiz (isimleri aklimda ) ilk sali antremaninda rifat abi corum sporlu idareciler ellerinde canta dolusu paralarla bize geldiler Hasan Sengel abim hicte paramiz yokken takimi kizilca hamamda kampa aldik korktuk corum bizi 4 farkli yense bizi geciyordu mac gunu cebeci stadina direk geldik yedek kulubesinin arkasidaki turibin i corumlu taraftarlar doldumustu mac basladi hocayla ben titriyoruz ve korkuyoruz huylandigimiz seyler olabilir diye ve oldu da 30 .dakikada mac2 0 corum onde hocayla biz hemen 2 adami degistirdik(isimleri ezberimde) devre oldu cikardigimz 2 adam kacti BEN Devrede topculara ne dedigimi Kaleci Turgaya Haruna orta saha levent e yani ogun ordaki cocuklara sorun 2 yari Harun golu atinca biraz rahatladim ve macta oyle bitti o macta bizi arkadaslarini satan adamlar bir daha kulubun onunden gecemediler gozumuzede gorunmediler.”

    Mailin sonunda da duygularını paylaşıyordu;

    “Canim Mehmet Ali kardesim beni ne gunlere goturdun ama cok sagol bu da buda benim ilacim hatiralarla yasiyorum burasi Turkiye gibi degil herkes kendi keyfinde benim esim de 20 sene evvel vefat etti anliyacagin tek basimayim once Allahin sonra da devletin sayesinde yasamaya calisiyorum

    Canim Kardesim once Tanil boraya cok selam soyle kitapta benden bahsettigi icin tesekkurlerimi ilet ayrica isim isim saysam yer yetmez G Birlikli olupta tanimadigim yokki sen tum camiaya beni taniyan tanimayan tum gencler lilere tum ankaraya tum anadoluya selam soyle

    yazdigin icin sagol seni ve herkesi selam sevgi hurmetlerle operim saglicakla kalin rrr”

    Maili okurken çok duygulandım. Ardından cevap yazarak elimden geldiğince selamlarını ileteceğimi söyledim. Ve izin verirse yazdığı maç anısını kendisini üye yapıp, kendi adına macanilari’na girmek istediğimi söyledim ve bizim gazete kupürleri dışında çok fazla bilgi sahibi olmadığımız 70 ve hatta 80li yıllardaki maçlarla ilgili anılarını zaman buldukça yazarsa ben de siteye girebileceğimi ekledim.

    Hızlıca cevap geldi;

    “Canim kardesim Mehmet Ali

    Sen beni bayagi heyecanlandiriyorsun bu da bana keyif veriyor simdi mail i okudum aninda yaziyorum
    Canim Mehmetim ben sana 1972 1980 arasi hic unutamiyacagim maclar var bu maclari sana yazarim
    her her hafta olmadi 10 gun icinde sonucunu simdi bildigimiz ama ne sartlarda nasil gittigimiz neler yasandigini bilmediginiz deplasman
    maclardan sana yazarim sen yayinlarmisin anlatirmisin orasini ben bilemem bu arada sizin merak ettiginiz bir seyler olursa sorarsaniz
    aklimda kaldigi kadar yazarim istedigin zaman yaz cevaplarim simdilik kafam durdu su anda burasi akamin 10 u

    canim kardesim Hasan Sengel abimi ilk gordugun yerde hic cekinme saril op bu avustralya dan rifat abim icin de gerisine sen karisma bak ne oluyor

    sadece Hasan abim degil onun gibi yuzlerce abim arkadasim kardes lerim var sen bizim o surundugumuz zamanlardaki insanlari tanirsin hepsine selam soyle
    simdilik bunlari yaziyim sanirim gerisi kendiliginden gelir ama benim yazi seklim bu baskasina aklim ermez nokta virgul yok anadolu isi yazacagim
    herkese selam sevgi hurmetler saglicakla kalin rrr”

    Bu güzel cevaptan sonra Rafael amcayı üye yapmak için siteye girdim. Fakat ortada bir sorun vardı. Rafael amca acaba hangi adı ile görünmek isterdi. Önce gerçek adı olan Rafael’i kullandım ama sonradan Türkiye’de tanınan ismi olan Rıfat’ı da eklemem gerekir diye düşündüm. Ama ona danışmalıydım. Rafael amcanın samimi cevapları ile birlikte ben de artık kendisine Rafael abi demenin daha doğru olduğunu düşünerek yeni mailimde abi diyerek durumu anlattım ve ne yapayım diye sordum.

    “aslanim ali
    simdi oldu
    ben rrrr yaziyom cunki rifat refai rafael rafi diye gitti gidiyor
    sen ce raf i iyiyse rafi olsun ama turkiyede rifat derlerdi ona gore
    yayinliyacagin yazilari bana gonder bende okuyum
    saglicakla kalin rafi”

    Böylece bir de Rafi ismi eklendi listeye. Ben de tüm isimleri kullanmanın doğru olduğunu düşünüp, “Rafi “Rıfat” Demircan ya da Rafi “Rafael Rıfat Refai” Demircan nasıl abi? ” diye mail attım. Cevabına kahkahalar attım;

    “yav alim
    sen beni oldurecen vallahi gulmekten catliyacam tam yaziyom bir tane daha
    ama en sonunda bulduk ermeni rifat tan terfii ettik rifat refai rafi rafael demircan
    tamam anlastik bir tane daha yazsan gulmekten gidecem ona gore
    hosca kal rrrr”

    Ve sonunda “Rıfat Rafael Demircan” olarak üyelik işlemlerini tamamladık. İlk anısı olarak da Çorumspor maç anısını yazdım: http://www.macanilari.com/getir.php?...928&aid=100513

    Bu yazışmalar sırasında bundan sonraki maillerde “Rafi Abi” diye hitap etmenin en doğrusu olacağına karar verdim.

    Dün akşam Ural, Zeynep, Pınar, Yüce ve Özge ile birlikte yemek yedik. Akşamın tek konusu Rafi Abi, röportajı ve yazışmalarımızdı. Gecenin ilerleyen saatlerinde Rafi Abiden iki tane mail daha geldi. İkisinde de Avustralya’da gece yarısı olmasına rağmen uykusunun tutmadığını söyleyip Cemalettin Sakallıoğlu, Harun Erol ve transferinde rol oynadığı kaleci Turgay Keskin’e selamlarını iletmemi rica ediyordu. Az önce Cemallettin abiyi arayıp selamlarını ilettim. O da mutlu oldu ve Rafi Abiye hemen ulaşacağını söyledi.

    Rafi Abi ile yaptığımız tüm konuşmalarda onun Gençlerbirliği’ne, dostlarına, arkadaşlarına, Ankara’ya, Anadolu’ya olan özlemi vardı. Özellikle son attığı iki mailde uykusunun tutmadığını belirtmesi ve hatırladığı isimleri yazıp selamlarını iletmemi söylemesi içimi burktu. Ayrıca ilk mailden itibaren tüm yazışmalarda ortaya koyduğu sıcaklığı ve samimi tavırları ise ne kadar beyefendi ve saygı duyulası bir insan olduğunu gösterdi.

    Tüm bu yazışmaları buraya aktararak, hem bu vatanlı olmalarına rağmen uzakta yaşmaya mahkûm edilen insanlardan birinin özlemini dile getirmek, hem de onca sahipsizliğe ve parasızlığa rağmen Gençlerbirliği’nin ayakta kalması için tüm kalplerini ortaya koyan Rıfat Rafael Demircan, Hasan Şengel, Cemallettin Sakallıoğlu, Harun Erol ve daha sayamadığım bir sürü Kırmızı-Siyahlıya kendi adıma teşekkür etmek istedim. Çünkü bu insanlar olmasaydı, sadece 3 takımın yaşama hakkının olduğu bu ülkede Gençlerbirliği de diğer onlarca köklü kulüp gibi ya kapısına kilit vurulmuş ya da amatör kümede sürünüyor olacaktı…

    kaynak: http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...fael-demircan/

  3. #3
    ZİR VADİSİ – STANOS
    24.06.2012 | mehmetalicetinkaya.com

    Yaklaşık kırk gün önce Agos’ta çıkan röportajından tanıdığımız ve bir aydır e-posta yolu ile yazıştığımız Rafi abi (Rafael Rıfat Demircan), 10 yıllık aradan sonra Ankara’ya geldi. Çarşamba gününden bugüne kadar Gençlerbirliği, eski Ankara, yaşantısı, çocukluğu gibi birçok konuda konuştuk, konuşmaya da devam ediyoruz.

    Bugün ise Ural ve Zeynep ile birlikte Rafi abinin geldiğinden beri bahsettiği Zir Vadisi ya da eski adı ile Stanos’da büyüklerinin yaşadıkları köyü ve Ermeni mezarlığını bulmak üzere yola çıktık. Rafi abinin anlattığına göre Zir vadisi 1600’lerde Adana civarlarında yaşayan Ermenilerin ve İran gibi ülkelerden göç eden Ermenilerin yerleştiği yerlerden biri imiş. Babası ve dedesi de burada yaşamışlar. Babası 1915 civarlarında Hacıdoğan’a taşınmış. Kendisi de 1948’de Aktepe’de doğmuş.

    Yola çıktığımızda elimizdeki tek veri burasının Yenikent civarlarında olduğu idi. Rafi abinin Zir vadisine en son yaklaşık olarak 30 yıl önce geldiğini de düşününce işimiz biraz zordu. Yenikent merkezdeki kavun-karpuz heykelinden u-dönüşü yapıp Gökler köyüne doğru yönlendiğimizde bizi eski bir köprü karşıladı. Rafi abi bir anda heyecanlandı. Zeynep de bu köprüyü internette gördüğünü söyledi. Zir çayını ve vadisini bulmuştuk. Bir süre daha yola devam ederken Rafi abi, “nasıl oluyor da yıkılmıyor dediğimiz bir kayalık olmalı buralarda” dedi. Bir süre gittikten sonra bahsettiği kayayı da gördük.

    Çayın sağ tarafında peri bacalarındakilere benzeyen, yıkılmadıklarına hayret edilecek kayalıklar vardı. Üstünde pencere gibi oyuklar bulunan en büyük kayalığın önünde durduk. Rafi abi heyecanla etrafı izlemeye ve hatırlamaya çalışıyordu. Ben o oyuklardan en yakın olanına tırmanmak istedim. Yukarı doğru tırmanırken kafamın üstünden ince sesli bir şeyin geçtiğini fark ettim. Önce önemsemedim ama bir süre sonra çoğalmaya başladı. Önce birinin bir şey fırlattığını ya da ateş ettiğini düşündüm. Sonradan bunların kuş olduğunu anladım. Garip bir şekilde kafamın hemen üstünden çok yakın geçiyorlardı. Aşağıya doğru inip hemen Özge’yi aradım ve “sanırım bana saldırıyorlar” dedim. O bunun pek mümkün olmadığını söyledi. Onun gazı ile tekrar yukarı yönlendiğimde yine aynı şeyler oldu. Yüzüme çarparlar ve aşağı yuvarlanırım diye biraz tırstım ve aşağıya doğru yöneldim. Ama kuşlar benzer bir şekilde kafamın üstünden uçmaya devam ettiler. Sonradan biri bu kuşların kırlangıç olduğunu söyledi. Garipti…

    Tekrar arabaya atlayıp yola koyulduk. Zir ya da sanırım şu anki adıyla ova çayını solumuza alıp devam ediyorduk. Ardından Rafi abinin yönlendirmesi ile çayın üstünden geçip eski tren yolunu geçtik. Bir süre Çimşit köyüne kadar tırmandık ama bir sonuç alamadık. Çaya doğru dönüş yolunda Kesiktaş tabelası gördük. Rafi abi isimden doğru yerde olduğunu hatırladı.

    Biraz ileride üzerinde “İstasyon” yazan eskimiş bir tabela gördük ama gösterdiği yönde herhangi bir yol yoktu. Muhtemelen kapanmıştı. Rafi abi babasının yaşadığı köyün çay ile eski tren rayları arasında olduğunu söyledi. Biz de tren rayına paralel devam etmeye karar verdik.

    Tren rayı ile aynı seviyeye geldiğimizde çay ile raylar arasında eski bir patikaya girdik ve o yol bizi Kesiktaş tren istasyonunun olduğu yere götürdü. Şu anda istasyonla ilgili tabela dışında herhangi bir şey kalmamıştı. Birkaç taş yıkıntı ve muhtemelen çayın taşmasını engellemek için kurulan su seddi dışında pek bir şey yoktu. Arabadan inip geri kalan yolu yürümeye başladık. Biraz sonra toprağı çatlamış bir alana geldik. Rafi abi büyük bir heyecanla önümüzden adeta koşarak gidiyordu. Biz de onu takip ediyorduk. Küçükken bu alanda ördek avladığından ve büyüklerinin de balık tuttuğundan bahsetti. Şu anda buradan geçen çayın suyu çok azalmıştı ve muhtemelen bağlanan kanalizasyondan ötürü çok pis kokuyordu. Bir süre daha gitmeye devam ettik. Daha önce olmadığını söylediği asma bir köprü gördük. Uyarılarımıza rağmen Rafi abi, “biz Ankara bebesiyiz ne olacak yahu!” diyerek bir hamlede karşıya geçti. Bir süre daha inceledi ve ardından bize burada 1950’lerde meyve bahçelerinin/bağların/yeşilliklerin olduğundan bahsetti. Yine aynı yıllarda burada sadece bir evin kaldığını ve o evin sahibinin de buradan hiçbir zaman gitmek istemediğini söyledi. Çocukluğunda büyüklerinin buraya gelip çay kenarında oturup ağlaştıklarını anlattı.

    Çoraplarımıza batan “sahte başakları” temizledikten sonra dönüş yoluna koyulduk. Nerede ne yesek diye düşünürken Yenikent’te piknikte olan Uralların arkadaşlarından teklif geldi ve biraz malzeme alıp güzel bir mangal yaptık. Güzel bir gündü…

    kaynak: http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...vadisi-stanos/

  4. #4
    HOŞ GELDİN RAFİ ABİ, Mehmet Ali Çetinkaya
    29.05.2012 | AGOS

    Ankara’da ‘Rafi Abi’ Rüzgârı

    Birkaç ay önce Agos’ta yayınlan röportajından tanıdığımız Rafi abiye ulaşıp selam vermek istediğimizde karşımızda çok sıcak, samimi ve oldukça mütevazı bir (kendi tabiriyle) “Angara bebesi” bulduk. Ankara’ya, Gençlerbirliği’ne, hayatına, neden gittiğine, neler yaptığına dair birçok konuda muhabbet ettik. İşte bu muhabbetlerin birinde birçok hastalığı olmasına rağmen 9 yıl aradan sonra Ankara’ya gelmek istediğini söyledi. O kadar heyecanlıydı ki, doktorundan izin almak için görüşmeye gideceği gün hepimiz nefesimizi tutmuş bekliyorduk.

    En zor dönem

    90 yaşına basmak için gün sayan Gençlerbirliği Spor Kulübü’nün tarihindeki en zorlu dönem 1970-1982 yılları arasındaki 12 senedir. Alt liglerde yer alan, sahipsiz ve parasız kalan Kırmızı-Siyahlılar’a o süreçte çok az insan omuz verir. Bunlardan biri de Ankara Ermenisi olan 1948 doğumlu Rafael Demircan’dır. Babası da koyu bir Gençlerbirlikli olan Rafi abi, küçük bir esnaf olmasına rağmen kazandığı tüm parayı takımı için harcamaktan çekinmez. Deplasman giderlerini karşılamak için kapı kapı dolaşıp para toplar. Futbolcularla konuşup maçı kazanmaları için elinden geldiğince moral vermeye çalışır. Saha kenarında antrenörün yanında volta atar. Sıkıntıdan adeta sigara yer. 80’lerin ilk yarısında Gençlerbirliği’nin kaderi değişmeye başlar. Bu değişimde Rafi abinin de parmağı vardır…

    “O günlerde tuvalete gidecek zaman olmazdı. Zaten zaman olsa da aklımıza gelmezdi. Şimdi en büyük sağlık problemlerimden biri bundan kaynaklı” diyen Rafi abi, 1988’de istemeye istemeye çok uzaklara, Avustralya’ya gitmek zorunda kalır. Gider ama aslında çok büyük bir tarafı burada kalmıştır…

    Rafi abi 20 Haziran’da Ankara’ya indi. Bir gün dinlendikten sonra buluşmaya gittiğimizde o kadar heyecanlı ve mutluydu ki anlatılamaz. Bizi görür görmez 40 yıllık dost gibi sımsıkı sarılıp “çok mutluyum, yerinde duramıyorum” diyordu. Yanında bulunan eski başkanlarımızdan Hasan Şengel’le birlikte o günlerden bahsederken kimi zaman gülüyor kimi zaman hüzünleniyordu. Konu konuyu açtıkça görmesi gereken kişi listesi kabarıyordu. Bol bol muhabbet ettik, dinledik, sorduk, anlattı, anlattık.

    ‘Angara bebesiyiz’

    Bir gün sonra Papazın Bağı’ndaki buluşmamızda çok yorgundu. Çünkü gün boyu hem geleni gideni olmuş hem de birçok kişiyi ziyarete gitmişti. Bu sefer daha çok Ankara’dan, çocukluğundan, geçmişinden bahsettik. Rafi abiye konuşma üslubunu amcama benzettiğimi söylediğimde nereli olduğumuzu sordu. “Ankara” diye cevap verdiğimde. “E, normal! Angara bebesiyiz işte” dedi ve kahkahayı bastı. Ayrılırken, bir gün sonra kendisini ziyaret edecek olan doçentin soracağı sorular için heyecanlanıyordu.

    Pazar günü, en son 30 yıl önce gördüğü Zir Vadisi – Stanos’da atalarının izini aramaya koyulmuştuk. 4-5 saatlik bu yolculuk sırasında bir yandan hatırlamaya/tanımaya çalışıyor, bir yandan koşturuyor, heyecanlanıyor ve bir yandan da doğma büyüme Ankara’lılar olarak bugüne kadar duymadığımız şeyler anlatıyordu. Çocukluğunda Zir çayının etrafında ayakta kalmayı başaran evlerden birinin sahibinin tüm ısrarlara rağmen evinden ayrılmadığından, etrafta çok zengin ve yeşil bahçeler olduğundan, burada ördek avladığından ve büyüklerinin zaman zaman çaya gelip ağlaştıklarından bahsediyordu.

    Pazartesi günü Rafi abiyi güzel bir sürpriz bekliyordu. Gençlerbirliği’nin yaz okulunun açılışına davet edilmişti ve şu anda altyapıda çalışan 70’lerdeki maçlardan önce “hadi aslanlarım, hadi koçlarım” diyerek yüreklendirmeye çalıştığı futbolculardan bazılarını görüp özlem giderecekti. Önce başkan İlhan Cavcav konuşma yaptı. Ardından basın sözcümüz Hakan Kaynar mikrofona gelip, “Gençlerbirliği’nin bir İlhan Cavcav öncesi, bir de İlhan Cavcav sonrası dönemi var. İşte İlhan Cavcav öncesi o zor dönemde Gençlerbirliği’ne büyük emek verenlerden biri, Rafael Demircan, Avustralya’dan geldi, aramızda bulunuyor. Yaptıklarını karşılığı asla olamaz ama…” diyerek “onu 06 Rafi Abi” yazılı formasını almaya davet etti. Rafi abi o an kendisinden bahsedildiğine ve daha önemlisi “Rafael” diye çağırılmasından ötürü kulaklarına inanamıyordu. Çok heyecanlandı. Cavcav’la kucaklaştı ağladı. Bir gün sonra bana “Hiç beklemiyordum. Çok acayip oldum. Çok enteresandı, çok güzeldi her şey!” dedi.

    Salı günü yaklaşık 25 kişinin katıldığı bir yemeğe davetliydi Rafi abi. Bol bol muhabbet etti. Anlattı, dinledi, soruldu, cevapladı. Gecenin sonuna doğru İrfan abi uduyla çaldı, söyledi, Rafi abi dinledi, söyledi, duygulandı. Sonra herkese tek tek teşekkür etti. “İyi ki varsınız. Çok mutluyum” dedi. Bizler de ona “İyi ki varsın ve iyi ki geldin Rafi abi” dedik.

    Son bir haftadadır Rafi abi tüm dertlerinden, sağlık sorunlarından sıyrılıp bambaşka bir aleme daldı. Heyecanlandı, hüzünlendi, kahkahalar attı ve en önemlisi mutlu oldu. Hatırlandığı için, sevilip sayıldığı için ve belki de en önemlisi koparılsa da kökleri hala topraklarında olan Ankara’da olduğu için…

    kaynak: http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...ldin-rafi-abi/

  5. #5
    GENÇLERBİRLİĞİ’NİN UĞURU TRİBÜNDEYDİ, ROBER KOPTAŞ
    06.09.2012 - AGOS

    Gençlerbirliği futbol takımının yükünü en zor zamanlarında sırtlayan bir avuç Ankaralıdan biri olan, ancak sonraki yıllarda kulüpten ve şehirden ayrılmak zorunda kalan Rafael Demircan’ın hikayesini, nisan ayında Agos’un sayfalarına taşımıştık. Gençlerbirliği’nden uzaklaştıktan sonra ailesiyle birlikte Avustralya’ya göç eden, ancak yüreğinde her zaman takımının ve memleketinin sevgisini taşıyan Rafael (Raffi), ya da kulüptekilerin bildiği adıyla Rıfat Demircan’ın hikâyesi, özellikle Gençlerbirliği taraftarlarının ilgisini çekti; forumlarda, internet sitesinde çokça okundu. Ardından, bir grup Gençlerbirlikli, sevdikleri takım için emek vermiş ama haksızlığa uğramış Raffi Abi’lerini Ankara’ya davet etti. Gençlerbirliği’nin geçen hafta Ankara’da Orduspor’la yaptığı Süper Lig karşılaşmasını, tribünde Raffi Abi ve çevresindeki gençlerle birlikte izledik, onun heyecanına ve mutluluğuna yakından tanık olduk.

    Ankara benim için deplasman, onun için iç saha olduğundan, daha sabah saatlerinde ardı ardına telefonlarla ağırlamaya başladı beni: “Saat tam kaçta geleceksin? Araba gönderip aldırayım mı? Maçtan önce bir şeyler yer misin? Hangi tribünde seyretmek istersin?..” Heyecanına bıyık altından gülerek, stadın yolunu bulabileceğimi, aç olmayacağımı ve kendisi nereden seyredecekse (elbette taraftarların arasında seyredecekti) orada olacağımı söyledim. Stadın önüne düştüğümde, kendisine eşlik eden Gençler’in genç akademisyen taraftarlarından Abreg Çelem’le birlikte karşıladı beni. Spor Yazarları Derneği Lokali’nde birer çay içip hasret giderdikten sonra, tribüne geçtik.

    El üstünde

    Röportajı okuduktan sonra Ankara’dan onunla ilk temas kuran kişi olan Mehmet Ali Çetinkaya, bir hafta önce Manisa deolasmanına birlikte gittikleri, çocukları ve çocuklarının arkadaşlarıyla kocaman bir aile olarak tribündeki yerini alan Şener Köseoğlu, İletişim’den çıkan ilk kitabının heyecanını taşıyan Mahir Ünsal Eriş, Agos’un Ankara gönüllüleri Emre Can Dağlıoğlu ve Can Öktemer, Raffi Abi’nin röportajını internetten ilk duyuran Erdem Ceydilek ve adlarını anımsayamayacağım çok sayıda Gençlerbirlikli, Raffi Abi’nin etrafında fırdönüyor, onunla hem arkadaşlık ediyor, hem de bir ihtiyacı, bir arzusu var mı, keyfi yerinde mi diye ona göz kulak oluyordu.

    Gençler 1-0 geriye düştükten sonra beraberliği sağladığı halde maçı çevirecek ikinci golü bulamasa da, zevkli, eğlenceli bir maç oldu. Ne olursa olsun küfür etmeyen, hakeme en fazla “Acemi hakem!” diye yüklenen Gençler tribününün adabına hayran kalırken, futbolu sadece kazanmak için değil, güzel bir oyun olduğu için sevmenin güzelliğini de bir kez daha görmüş oldum. Raffi Abi maçın büyük bölümünü bizden uzakta, heyecanla volta atarak, yalnız başına izlemeyi tercih ederken, içindeki futbol sevgisinin geçen yıllara rağmen azalmamış olmasına hayran olmamak elde değildi. Her fırsatta yanına gelen gençlerle, çiçeği burnunda Gençlerli Jimmy Durmaz’ın direkten dönen topunu, takımın durumunu, yediği golde ofsayt olup olmadığını konuşurken, sanki yıllardır Avustralya’da yaşayan o değilmiş gibi, tam bir ‘Angara bebesi’ydi.

    Cavcav onurlandırdı

    Rafael Demircan, üç aylık Ankara ziyaretini 15 Eylül’de bitirip Avustralya’ya dönecek. Ancak bundan sonra yolunun Ankara’ya çok daha sık düşeceğini biliyoruz. Gidişi suskun olmuştu ama dönüşü hem kendisi, hem de çevresindekiler için büyük bir mutluluk kaynağı oldu. Nasıl olmasın? Pek de iyi bir şekilde ayrılmadığı Kulüp Başkanı İlhan Cavcav dahi, kulübün yaz spor okullarının açılışında, yüzlerce gencin gözü önünde, onu, üzerinde ‘06 RAFİ ABİ‘ yazan bir formayla onurlandırdı. Böylece, Rıfat olarak uzaklaştığı Ankara’ya, Raffi olarak dönmüş oldu.

    Gençlerbirliği’nin uğuru Ermeni Rıfat, Melbourne’a bir galibiyet, iki beraberlikle, namağlup bir şekilde uçacak. “Beni el üstünde taşıdılar, gençleştirdiler, kendime getirdiler. Tanıl Bora, Akif Kurtuluş, gençlerin hepsi… Allah bu çocuklardan razı olsun ” diyor ve daha şimdiden, bir sonraki yolculuğun planlarını yapıyor.

    Kaynak: Agos, 6 Eylül 2012

    http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...-rober-koptas/

  6. #6
    YOLUN AÇIK OLSUN RAFİ ABİ
    14.09.2012 - mehmetalicetinkaya.com

    Zaman çabuk geçiyor. Hele güzel olanlar, koşarcasına uzaklaşıp, gerilerde bir kuytuya saklanıyorlar sanki. Çok az olduklarının bilinciyle nazlı davranıyorlar belki de. Peşine düşmenizi bekliyorlar. Arayıp bulmanızı, ardından da “ah”lı methiyeler düzmenizi. Sizi affetmesi için hüzünlenmenizi. Ama belki de, hep son perdede fark edilmeye bozuluyorlardır kim bilir. İçindeyken aranıp sorulmamaya. İlla ki bir son, bir ayrılık beklenmesine…

    Oldukça duygusal bir giriş yaptığımın farkındayım. Devamı da böyle olabilir. Şimdiden uyarayım.

    Mayıs’ın ortalarında hayatlarımıza adım atan Rafael Demircan‘ın Agos’taki röportajını okuduktan sonra, hem selam etmek, hem de Gençlerbirliği’ne verdiği destekten ötürü teşekkür etmek için attığım ilk maile “Rafael Amca” diye başlamıştım. Çünkü okuduğum o satırlarda büyük bir samimiyet ve ortak dil bulmuştum. Maile verdiği cevap röportajda gördüğüm insanı doğruluyordu.

    Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Yazdığımız mailleri ve verdiği cevapları birbirimize pasladık. Üzerinde kritikler yaptık. Anlattıklarını konuştuk. Ahların-vahların ve ona duyduğumuz büyük saygının içlerimize ekilmesi de aynı dönemde oldu. Her geçen gün biraz daha büyüdü. Benim dilimde Rafael Amca, Rafi Abi oldu.

    Sonra bir gün “Doktorumdan izin almayı başardım. Geliyorum” dedi. Kitaplardaki bir roman kahramanının ete-kemiğe bürünmesi gibi bir haberdi bu. Onu havaalanında karşılamaya giden ekipten an ve an aldığım geri dönüşler heyecanımı çarpı on yapıyordu. Akşam kaldığı otele gittiğimde karşımdaydı. Duygularını kolay kolay belli edemeyen biri olarak sarılmayı başaramadım ama elini sıktım, yanaklarını öptüm. Yanında eski başkanımız Hasan Şengel de vardı. Üç-beş hal-hatır muhabbetinden sonra konu Gençlerbirliği’ne, 1970-82‘ye geldi. Sağımda dönemim başkanı Hasan amca, solumda Rafi abi’yi tenis maçı izler gibi takip ediyordum. Biri başlıyor, diğeri devam ediyor. Biri anlatıyor, diğeri ekliyordu.

    Birkaç gün sonra Papazın Bağı’nda “bıçkın delikanlı” çıkışlarını amcama benzettiğimi söylediğimde, “amcan nereli” diye sormuştu. “Ankaralı” diye cevap vermiştim. “Herhalde benzeyecek. Ankara bebesiyiz hepimiz” diyerek kahkahayı patlatmıştı.

    Sonraki hafta Gençlerbirliği Spor Okulu’nun açılışında İlhan Cavcav’ın elinden sırtında “06 Rafi Abi” yazan formayı gözyaşları ile kabul ediyordu.

    Rafi abiye yapılan “hoşgeldin gecesi”nde herkese geçmişi anlatıyordu. Eskileri, unutulmuşları, unutulması için uğraşılanları. Aslında bizlerle paylaşıyordu. Büyüklerinden kendisine aktarılanları, çocukluğunu, gençliğini, yaşadıklarını, mutluluklarını, mutsuzluklarını, umutsuzluğa bulanmış ayakta kalma inançlarını, gidişini, kaybettiklerini, dışarda kalışını, uzakta oluşunu.

    Bir hafta sonu, atalarının yaşadığı Zir Vadisi‘nde Ural, Zeynep ve bana rehberlik yapıyor, o günlere dair bildiklerini, bize hiç öğretilmeyenleri anlatıyordu.

    Sonra bir ara Alanya’ya gitti. Bu arada benim gibi birçok kişi de tatile gitti. Rafi abiden duyduklarımızı düşündük, anlattık, paylaştık ve geri döndük. Rafi abinin Ankara’ya dönüşü gibi.

    Sezonun ilk maçında, Ankara’daki Antalyaspor maçı sırasında ben Akyaka’daydım. Ama elimde telefon bir yandan Tanıl abiden dakika skor alıyor, bir yandan da 25 yıl sonra tribünde takımını izleyen Rafi abinin heyecanını merak ediyordum. 0-1’den son onbeş dakikada 3-1’e gelen maçın ardından Rafi abinin, “mali, bu maç 1-0 biter mi ya! Ben ta Avustralya’dan gelmişim. Olacak iş mi? Bitmez tabi. 3-1 yendik aslanım” sözleri ile keyifleniyordum.

    “70-82″de çoğu zaman tek başına, takımın başında gittiği 50’ye yakın deplasmanı aklında tekrardan yaşayarak, ikinci hafta oynadığımız Akhisar deplasmanına da gitti. Dönüşte kötü oynamamıza rağmen, son dakikalarda Jimmy’nin pozisyonunu ahlarla anlatıyor, takımın kötü olmadığını, zamanla oturacağını ve ne olursa olsun onlara destek vermemiz gerektiğini söylüyordu.

    Üçüncü hafta Rober Koptaş’ın da geldiği Orduspor maçında, bu sezon tribünde ilk kez yerimi alırken Rafi abinin en uzakta, volta atarak, tek başına maçı izleyişine şahit oluyordum. 0-1 biten devre arasında heyecanla Orduspor’un golünün ofsayt olduğunu anlatmaya çalışıyor, ardından da “bu maç böyle bitmeyecek!” diye ekliyordu. Öyle de bitmedi. İkinci yarı Hurşut’un golü ve kaçırılan 3-4 net pozisyonun ardından 1-1 sona eren maçın ardından Rafi abi, takıma destek olmamızı yineliyor ve İlhan Cavcav’a verdiği “Gençlerbirliği’ni lider yapıp gideceğim” sözünü tutamamanın hüznünü yaşıyordu.

    İki hafta önceki belgesel çekimlerimizde, 70-82’deki düşüş yıllarında Gençlebirliği’nin yaşadığı sahipsizliği ama aynı zamanda ayakta kalma azmini, mücadelesini kayıt altına almamızı sağlıyordu. Bir sonraki hafta Hasan Amca ile yaptığımız çekimlerde de yerini alıp “hatırlatıcı ve tamamlayıcı” görevini üstleniyordu. Ama ne yalan söyleyeyim o günlerde pek tadı yoktu. Hüzünlüydü. O ilk günlerdeki heyecan dolu, dinamik Rafi abi değildi.

    Geçen çarşamba gecesi tesislerdeki haftalık maçımın ardından duşumu alıp, Rafi abiye “veda gecesine” katıldım. Yine anlatıyor, hiç bilmediklerimizden bahsediyordu. Ama aynı zamanda düşünceli, dalgın ve çok hüzünlüydü.

    Aklıma belgesel çekimlerinden birinin öncesinde söylediği, “Doktorun verdiği izin bitti be mali. Dönmem gerek. Hem çocukları, torunları özledim. Onlar da beni özlemişler. Sayılı gün çabuk bitiyor. Bunun sonu da yok zaten. Doyum olmuyor, doyulmuyor.” sözleri geldi.

    Rafi abi yarın akşam Avustralya’ya doğru yola çıkacak. Yine son perdede farkına vardığımız güzel günler de, gerilerde bir kuytuya saklanacaklar. Aynı döngü devam edecek ama bu sefer sonunda herkesin mutlu olduğu buruk bir “başlangıç” olacak bizimkisi. Çünkü Rafi abi sonra tekrar gelecek, bu arada bizler de onunla haberleşmeye devam edeceğiz. Aslında uzakta olmadığını, hep burada olduğunu, anlattıklarını buradakilerle paylaşarak kanıtlayacağız.

    Yolun açık olsun Rafi Abi…

    kaynak: http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...lsun-rafi-abi/

  7. #7
    MAÇ ANISI: GENÇLERBİRLİĞİ:3 ANTALYASPOR: 1, RAFAEL DEMİRCAN
    5.10.2012 - mehmetalicetinkaya.com

    Bu maç, dünyada aklıma gelmeyecek bir maç oldu. Çünkü dünyanın diğer bir ucunda Avustralya’da ancak maçlardan 1 gün sonra maç neticelerini öğrenerek, neredeyiz, düşer miyiz, kalır mıyız hesabını çok yapmadan, zaman zaman korkarak da olsa takip ediyordum. Bir laf var, “gözden uzak olan gönülden de ırak olur” diye, biraz da öyle. 25 senedir Gençlerbirliği maçı seyretmeden yılları tükettik, derken bu senenin mayıs ayında bir gazete röportajı, bir köşe yazısı derken dünyam bir anda değişti. allak bullak oldum. Hakikatli genç Gençlerbirliği taraftarlarından tanıdım. Eski arkadaşlarımdan, eski futbolcularımızdan, beni göklere çıkaran yüzlerce mail ve telefonlar aldım. Yerimde duramaz oldum. Resmen yüzlerce taraftar, eş-dost beni Türkiye’ye çağırıyorlardı. İyi güzeldi de ben de sağlık sorunları var.

    2007 yılında gelmeye kalktım. Doktor, “riske giremem, seni de gönderemem” demişti ama “bu sefer gitmem lazım, bu kadar yazının bu kadar davetin üstüne, ben Türkiye’ye gitmezsem bu insanlara hem borçlu hem de suçlu olurum” dedim. Zaten benim büyük oğlanla damat yazılanları okuyorlar, “gitmezsen çok ayıp olur” diye beni canlandırıyorlardı. Bilet işi tamam ama doktorları nasıl kandıracağız ama son 2 senedir aile doktorum Türkiye’li önce ona durumu anlattım, o da uzman doktorlarla konuştu. 1 tanesi tatil ona iyi gelir diye desteklemiş ve günlük olarak içtiğim 13 ilacı bana zimmetleyerek 3 aylık çıkış iznini verdi ve zıplamaya başladım, canlandım. Memleketi, arkadaşları, Gençlerbirliği’ni ve sadece yazışmalardan tanıdığım genç Gençlerbirlikli güzel insanları göreceğim derken Haziran ayının ortasında 3 aylık memleket turu başladı.

    Ankara’ya indim, o güzel insanlar, genç hayırlı taraftarlar beni karşıladı. 15 gün Ankara’da kaldım. Tesislere gittim, transfer çalışmaları vardı. “Takım bu sene daha iyi olacak” diyorlar derken ben önce Bodrum’a, oradan Alanya’ya gittim. Tabi orada da arkadaşlar var. Ağustos’un başında fikstür çekildi. İlk maç Antalya ile. O anda ben de Alanya’dayım. Arkadaşların hepsi, “Antalyaspor şöyle transfer yaptı, böyle transfer yaptı. 3 atarız 2 sileriz” diyorlar. Gazetelerde hep Antalyaspor haberleri, “ulan” dedim. “25 senedir maç heyecanı yaşamıyorum. Bu maçı nasıl atlatacağız.”

    Maçların başlamasına daha 20 gün var. Ben başladım Alanya’nın 40 derece sıcağında titremeye. Ankara’ya telefon açıyorum, “takım nasıl”, “sen merak etme iyiyiz” diyorlar. Ben canlanıyorum ama Antalyalılar beraberliğe bile dudak büküyorlar. Neyse günler geçti. Maçtan 2 gün önce son idmana gittim. Takım zımba gibi. 1-2 uğur denemesi derken geldi çattı maç günü. Ben tir tir titriyorum. 19 Mayıs’a girdik. Sanki bütün gözler benim üzerimde. “Hay Allah’ım” diyorum. Bu ne heyecan. Kalbim dışarı çıkacak gibi. Maratonun sağ üst köşesinde kendime volta atacak yeri buluyorum. Sigara 2 paket zaten girerken çakmağı da kaptırmadık derken maç başladı.

    İki takım da birbirini yokluyor. Antalya belli ki bizden çok korkuyor. Bizim sahaya gelmiyor. Bizim kanat adamlarını kıstırıyorlar ama nasıl olsa bir tane atarız derken ilk devre 0-0 bitiyor. Arada kıymetli insanlarla tanışıyoruz. Maçı konuşuyoruz. “İnşallah bir tane atarız gerisi gelir” diyoruz. Neyse ikinci yarı başladı. Daha iyi oynuyoruz. Golü atacak gibiyiz derken 66. Dakikada gol yiyoruz. Ve olduğum yere düşmemek için sırtımı duvara yaslıyorum ve herkes bana mı bakıyor acaba diye sağı solu kesiyorum. Tabii bakanlar var, acıyanlar da. Hemen hissediyorum. Ve kendi kendime “gelmez olaydım, ben şimdi millete ne derim? Avustralya’ya nasıl diğerim Allah’ım yardım et, canımı al, maçı bize bırak” diyorum. “Ulan” diyorum, “işimiz Allah’a kaldı. Rezil olduk.” Ve kıvranıyorum, deli dana gibi de dolanıyorum.
    Bu arada Fuat hoca 2 oyuncu değiştirdi ve hemen ardından bizim takım gitti yerine dünyanın en iyi takımı geldi derken 81. Dakikada Oktay maçı 1-1 yaptı. Uçuyorum, kardeşlerim de benim üzerime derken 2 dakika sonra Zec durumu 2-1 yapınca beni tutana aşk olsun! Zıpır zıpır zıplıyorum. Derken son dakikada Zec bir tane daha atınca, “aman Allah’ım bu maç bitmesin” diyorum ve başlıyorum taraftarların arasına girip tezahürat yapmaya. Allah’ım bu ne büyük zevk, bu ne büyük keyif! Ve maç bitiyor. Ardından futbolcular sahada, biz tribünlerde Ankara havası oynuyoruz.

    Sonradan öğreniyoruz ki, İlhan abim de kendi kendine oynamış…

    Rafael Demircan
    4/10/2012
    Melbourne, Avustralya

    kaynak: http://www.mehmetalicetinkaya.com/20...fael-demircan/

  8. #8
    Oysa bir melek ismiydi Rafael...
    16.05.2015 - agos.com.tr

    Rita Ender'in 'İsimler Hikayeler' köşesinde bu hafta Rafael Demircan var.

    “Uzun bir süredir her şeyde, gündelik olmayan şeyler vardı.”
    Sevgi Soysal

    İsminiz yüzünden dayak yemek gündelik hayatınızın bir parçası olmuşsa, size “Ermeni piçi” diye hitap ediliyorsa ve yıllarınızı bir takma isimle geçirdiyseniz, “her şeyde gündelik olmayan şeyler” olduğunu düşünürsünüz. Ve belki de sadece, çocuklarınız gündelik yaşamlarını gündelik yaşam gibi yaşayabilsin diye, okyanusların ötesine taşınırsınız. Avustralya’da, aklında hep Türkiye’yle yaşayan, Gençlerbirliği Spor Klubü’nün emektarı ve uğuru Rafael Demircan’la söyleştik.

    ‘Rafael’ ne demek?

    Bir meleğin ismiymiş. Yanılmıyorsam, askerlerin koruyucu meleği... Babam, 1915’te ölen dedemin ismini bana koymuş. Hıristiyanlarda ve Musevilerde çok kullanılıyor bu isim.

    Dedenin ismini toruna vermek bir aile geleneği mi?

    Benim babam da dedemin tek oğlu, ben de babamın tek oğluydum; onun için koymuşlar. Biz Ankara-İstanozluyuz, o zaman, yani 30-40 yıl öncesine kadar hemen hemen her aile böyle yapardı. Fakat Ankara’da bir Ermeni olarak yaşamak çok zorlaştı, son 50 yıldır çok zor. Ben okula başladığımda, ilk gün, ismim yüzünden çok değişik tepkilerle karşılaştım, gariplikler yaşadım. Arkadaşlarım ismimi söyleyemez, Rafa Yafa, Apoel, Papi, Rapi gibi isimler uydururlardı. Çocukken koymuyordu bu ama büyüdükçe daha çok zorlamaya başladı beni. Şimdi, buraya (Avustralya) geldikten sonra ismim kıymete bindi. Hayatımda ilk kez bir şey oldu: Buraya geldiğimin ikinci gününde, bir devlet memuru bana “Ne güzel isminiz var” dedi.

    Türkiye’de isminiz sizi neden zorladı?

    Özellikle askerde çok dayak yedim. “Ermeni piçi, bu nasıl isim!” deyip döverlerdi. Zaten askerliğimi hastanede bitirdim – üç ay hastanede yattım, iki ay hava değişimi aldım, ancak öyle bitti. Arsızlar askerde onbaşı çavuş olunca iyice sadistleşiyorlar...

    Kendinizi onlara karşı savunurken ya da savunmazken, kimliğinizi, Ermeniliği de koruyor gibi hissediyor muydunuz?

    Evet. Ben milliyetçi değilim ama hırsımdan daha fazla Ermeni oluyordum. Ayrıca ben de çok akıllı uslu, mazlum biri değildim. Bazen ben de delirirdim, zaten Gençlerbirliği’nde arkadaşlarım bana ‘Deli Rıfat’ derlerdi. Gençlerbirliği’ne 15 sene hizmet ettim.

    ‘Rafael’ değil, ‘Rıfat’ olarak mı hizmet ettiniz?

    Evet, ama zaten ben 15 yaşımdan beri Rıfat’ım. 15 yaşından sonra çalışmaya başladım. Okulda çok horlandım. Bugün, o günlere bakınca, okulda yaşadıklarımın resmen eziyet olduğunu söyleyebiliyorum. Bir-iki öğretmen beni sürekli döverdi, bir fırsatını bulup tokadı basarlardı. Çok horlandım. ‘Öğretmen’ dediğimiz kişilerin içinde resmen ırkçı olanlar vardı, şimdi anlıyorum. Orta ikiye kadar dayandım, sonra okulu bıraktım. Okuyamadım. Bir parfümeri mağazasına çırak olarak verdiler beni. Ustam ve aynı zamanda ‘gınkayr’ım (gınkahayar, vaftiz babası) ‘Rıfat’ derdi bana, ondan sonra hep Rıfat oldum. Ustam da Gençlerbirliği taraftarıydı. Ben küçükken top oynamadım ama babamdan kalma taraftarlığım vardı. Babam beni beş yaşındayken maçlara götürürdü. Koyu taraftar oldum. Askerden döndükten sonra kendi iş yerimi açınca da Cebeci Stadı’ndaki Gençler’in (Gençlerbirliğispor) tüm maçlarına gittim ve bir anda kendimi takımın içinde buldum. Takımda samimi olduğum her insana hemen Ermeni olduğumu söylerdim.

    Neden?

    Çünkü Ermenilere o kadar çok küfür ediliyordu ki, hiç olmazsa beni tanıyanlar küfür etmesin diye düşünürdüm. Takım İkinci Lig’de olduğu zamanlar çok az taraftarımız vardı, ama Birinci Lig’e çıkınca iş büyüdü, ben küçüldüm. Ermeni olarak çok göze battığım söylendi. İkinci Lig’de gücüm yettiği kadar para harcadım, işlerim de bu yüzden bozuldu. Ama sevenler de olmadı değil. Çok sevilirdim. İnsanlar sever ama devlet bizleri sevmez. Asker, polis, memur vs. olamayacağımızı biliyordum zaten ama kanunları iyice öğrenince... Çocuklarım için Türkiye’den çıktım.

    Siz çocuklarınıza nasıl isimler verdiniz?

    Ankara’da çocuklarına Ermeni ismi koyan en son ben oldum, öyle biliyorum. Sonra hep Türkçe isimler koydular. Benim çocuklarımın isimleri Ermeni isimleri ama kolay isimler. İlk oğluma ‘Aret’, küçüğüne ‘Arev’ dedim. Aret’in manası yaratıcı imiş, Arev de Ermenicede güneş demek. Kızıma Selin ismini koyduk. Bu isimler kolay, o yüzden arada kaynar diye diye düşündüm.

    Kaynamasına gerek kalmadan, onlar için Türkiye’den gittiğinizi söylediniz. Bugün bu kararınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    2000’li yıllarda, ilk Agos okumaya başladığım zaman, “Artık Ermenilik konuşuluyor, keşke Türkiye’den çıkmasaydım” diye düşünüyordum ama 19 0cak’tan sonra “Yaşanmaz oralarda” dedim. Sanırım şimdi de çok parlak değil azınlıkların durumu. En son Kamp Armen’in yıkılması beni iyice yıktı. Diğer yandan, Kamp Armen için mücadele eden insanları da görüyorum. İnsanlar arkamızda duruyor. Eskiden bizim arkamızda bu kadar durulmazdı. Bunun için çok çalışan, uğraşan insanlar var. Hepsini takdir ediyorum ve hepinize “Kolay gelsin” diyorum.

    kaynak: http://www.agos.com.tr/tr/yazi/11610...ismiydi-rafael

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •